31 Aralık 2011 Cumartesi

TİYATROPEREST BU KEZ "ANLAŞILMAZ KONUŞUYOR"

Avusturalyalı oyun yazarı ve senarist Andrew Bovell’ın 2001’de Lantana adı altında sinemaya da uyarlanan ödüllü oyunu Anlaşılmaz Konuşmalar (Speaking in Tongues) Hakan Çimenser’in rejisiyle Tiyatroperest tarafından sahneleniyor.

İhanet, güven, evlilik gibi konuları birbirine girmiş sarmal ilişkiler içerisinde ele alan oyunu Çimenser, sade fakat aynı zamanda metnin rejiyle bütünleştiği bir yaklaşımla sahneye koymuş. Gerçekçi bir oyunu göstermeci bir üslupla bütünleştiren Çimenser, metne hizmet eden sade ve etkileyici bir dil kullanmış. Bu bağlamda, sahne ve ışık tasarımı yönetmenin amacıyla bütünleşiyor. Müzik seçimleri doğru olmakla birlikte, diyalogların üstüne çıkması hem seyirciyi hem de oyuncuyu zorluyor.

İlk perdenin son sahnesinde, sonrasında ikinci perdeyle bağlantı kurulacağını öğrendiğimiz olayların anlatıldığı bölüm, oyunun en riskli ve enerjisinin en çok düştüğü sahnesi oluyor ki; bu sahnenin seyirciye tam olarak ulaşması ikinci perdenin anlaşılabilmesi için büyük önem taşıyor.

Yaklaşık 2,5 saat süren ve sahne üzerinde yaşanmayanların da hikayeleştirilerek anlatıldığı dört kişilik oyunda en büyük görev oyuncuya düşüyor. Anlaşılmaz Konuşmalar, oyuncu odaklı bir reji gerekliliği taşıdığı için oyunculara “iyi oynamak”tan başka bir şans bırakmıyor. Oyuncular oyunculuklarıyla tamamen başbaşalar. Bu noktada her bir oyuncunun hiç düşmeyen enerjisi, gerçekçi ve abartısız oyunculuğu dikkat çekiyor. Ahmet Varlı, Gözde Çetiner ve özellikle ikinci perdede Zeynep Dinsel ve Onur Özaydın’ın perfomansları etkileyici.

Anlaşılmaz Konuşmalar, ahlakın tanım değiştirdiği, evliliklerin içinin boşaldığı, yabancılaşan ve yalnız kalan insanın anlatıldığı; rejisi ve özellikle göz dolduran oyunculuklarla dikkatten kaçmaması gereken bir oyun.

14 Aralık 2011 Çarşamba

KRAL ÇIPLAK



Dünyaca ünlü lliüzyonist Kevin Spencer ve eşi Cindy, “Spencer İllüzyon Tiyatrosu” adı altında geçen hafta İstanbul’daydı. Taa Amerikalar’dan gelip bir de dünyaca ünlü olunca şova gitmemek ayıp olurdu. Tim Gösteri Merkezi’nde boş koltuk yoktu. İllüzyona ne çok merakımız varmış meğerse!

Kevin, şovuna zaman zaman hikaye de katarak (işin tiyatro kısmı buydu sanırım) illüzyonlarıyla seyirciyi şaşırttı! Mesela parçalara ayırdığı bir gazeteyi yeniden bir bütün haline getirdi. Sonra seyircilerden bir bayanı sahneye davet ederek kolunu bir mekanizmanın içine yerleştirmesini istedi ve şaşkın bakışlarımız altında demir halkaları bayanın koluna geçirdi. Hep birlikte alkışladık. “Bravo Kevin, sen neymişsin” dedik. Kevin, henüz bir çocukken öğrendiği illüzyonları da paylaştı bizimle, pek bir etkilendik, gözlerimiz doldu.  Asıl büyük illüzyonunu ise seyirciler üzerinde yaptı. Her birinde dünyadaki kentlerin adının yazılı olduğu dokuz kutucuktan oluşan toblerondan bir kenti seçmemizi ve onun söylediği yöntemle ve talimatlarıyla kutular arası yolculuk yapmamızı istedi. Her bir talimattan sonra kutulardan birini kapattı ve sonunda seyircilere seçtiğiniz kent Roma’ydı dedi. Şahsen benim seçtiğim şehir Roma değil Hong Kong’tu. “Ben Roma’yı seçmemiştim” diyen seyirci fısıltısı “bir yerde hata yaptık galiba” diyerek kesildi. Ne de olsa herkes hata yapabilir! En büyük illüzyon şovu ise doğal olarak sona bırakılmıştı. Finalin etkileyici olması gerekiyordu. Kevin, içi su dolu fıçının içine girecekti; elleri bağlanacak ve fıçının kapağı kilitlenecekti. 2 dakika içinde çıkmazsa acil yardım zilleri çalacaktı. Mayolu Kevin herkese talimat verdi. Sahneye davet edilen bir seyirci fıçıyı kontrol etti ve atan kalplerimiz eşliğinde Kevin fıçıya girdi. Tabii girerken fıçıdan su taştı. Derken fıçı kilitlendi. Ve o da ne? Fıçının önüne siyah bir perde çekildi. Eee biz şimdi Kevin’ın fıçıdan nasıl çıktığını göremeyecek miyiz? 2 dakika boyunca boş gözlerle siyah perdeye baktık. 2 dakika sonra Kevin perdenin arkasından sırılsıklam fırladı. Tabii bunu nasıl başardı acaba diye uzun uzun düşünmedik!

İllüzyon, biraz el çabukluğu ve bolca teknik sosla yapılan görsel bir yanılsama nihayetinde. Ve seyirci tabii ki bu ön kabulle gidiyor illüzyon gösterisi izlemeye. İllüzyonist gözümüzün önünde kutuya yerleştirdiği partnerini ikiye böldüğünde aslında sırrın kutuda olduğunu hepimiz biliyoruz; ama yine de şaşırmak; bunu nasıl yaptı acaba diye düşünmek, kafa yormak istiyoruz. Spencer’ların illüzyon tiyatrosunda hiçbir şey düşünmedik, çünkü gerek yoktu.

David Copperfield gibi bu işi tamamen yetenek ve teknik yatırımla yapan kişiler illüzyonu görsel bir şova dönüştürürlerken Kevin Spencer, elinde iki top, iki mendil ve bir fıçıyla dünyaca ünlü bir şovmen olabilmeyi nasıl başarmış bilmiyorum. Belki Türkiye’ye gelirken malzemeden kaçırdı.

Spencerlar’ın Türkiye’de yaptıkları şova illüzyon değil, marketing (pazarlama) demek daha doğru olur. “Dünyaca ünlü” sıfatı ve çarpıcı tanıtım videolarıyla pazarlama konusunda iyi oldukları bir gerçek. Türkiye’de illüzyona emek veren ve bu konuda başarılara imza atmış illüzyonistler var. Kaçımız gidip şovlarını seyretti acaba? Sanırım onların tek eksiği “dünyaca ünlü” olmamaları ve Türkçe olan isimleri.

11 Aralık 2011 Pazar

KIRMIZI’NIN ADI: ROTHKO



Gladiator (Gladyatör), The Last Samurai (Son Samuray), The Aviator (Göklerin Hakimi) gibi filmlerin senaryolarında imzası bulunan John Logan’ın kaleme aldığı Kırmızı bu sezon İstanbul Devlet Tiyatroları’nda sahne alıyor.

İskender Altın tarafından yönetilen oyunda, Rus asıllı Amerikalı ressam Mark Rothko’nun asistanıyla geçen iki yılı üzerinden sanat-ticaret ikileminde sıkışmış bir ressamın kendini varediş sancıları, egoları ve tutkuları gözler önüne seriliyor.

Hızlı tüketim çağına ayak uydurmaya çalışan Rothko, bir yandan pop artın gelişiyle sallanmayla başlayan soyut dışavurumculuğu ayakta tutmaya çalışırken; diğer yandan iyi bir ücret karşılığı bir lokantanın duvarlarını süslemesi için yaptığı resimleriyle sanatının ruhunu satmanın verdiği vicdan azabını yaşıyor.

Sanat-ticaret ilişkisini, bir ressamın yalnızlığını ve yaratmanın acı sürecini resmin bir fırça darbesinden ibaret olmadığı gerçeğiyle yansıtan oyun, John Logan’ın metinsel gücüyle hayat buluyor. Oyunun 2010 yılında, en iyi oyun da olmak üzere altı dalda ödül alması bir tesadüf olmasa gerek.

Mark Rothko’yu oynayan Nihat İleri zaman zaman konsantrasyon sorunu nedeniyle inişler yaşasa da sahne üzerinde yine devleşmeyi başarıyor ve seyirciye “ben Rothko’yum” diyor adeta. Rothko’nun asistanı Ken’i oynayan Turan Günay’ın oyunculuğunun biraz daha abartıdan uzaklaşması gerekiyor.

Abartıdan uzak, gerçekçi ve sade dekor metin açısından güçlü oyunu tamamlarken; resim-ışık ilişkisinin de tartışıldığı oyunda ışık tasarımı oyunun içeriğiyle bütünleşiyor.

Ressam Rothko üzerinden sanat-ticaret ilişkisini ve akımların birbirini yok ederek kendilerini var etmesini irdeleyen oyun sanatsal alt-yapı ya da ilgiye sahip olmayan seyirci tarafından durağan ve sıkıcı bulunma riski taşımasına rağmen; sanatın seyirciyi bir adım öteye götürme işlevini yerine getirmesi açısından önemli bir görev üstleniyor.

3 Aralık 2011 Cumartesi

BuluşmaHAMLET: HAMLET İÇİN BULUŞTULAR

Dünyanın pek çok ülkesinde ve dilinde farklı yorumlarla sahneye konulan Shakespeare baş yapıtı Hamlet, Türkiye’de ve belki de dünyada ilk kez farklı bir oluşumla hayat buluyor. SATGE tarafından “buluşma” fikri çerçevesinde profesyonel oyuncularla, engeli olan oyuncular aynı sahnede, hem de Hamlet gibi iddialı bir oyunda bir araya geliyor.

Gelişen teknoloji ve hayat koşulları içerisinde, tiyatronun kendini var etme alanı yaratması gittikçe zorlaşırken, tiyatro adına yeni ve farklı birşeyler yapmak artık bir zorunluluk haline geliyor. Bu bağlamda SATGE, sadece engeli olan insanları hayata dahil etme ve profesyonel bir ruhla sahne üzerine çıkarma misyonunu gerçekleştirmekle kalmıyor, izleyiciye seksen dakikalık muhteşem bir Hamlet seyri sunuyor.

Oyun, siyah takım elbiseli sekiz oyuncunun etkileyici görsel performansıyla başlıyor. Babasının intikamını alma çabasındaki Hamlet’in “eylemsizlik” içerisindeki kıstırılmışlığı, sözel bir  şaheserin, etkileyici ve sade bir üslupla buluşmasıyla  sahneleniyor. Metnin ve görselliğin birbirini yok etmeden anlamlı bir bütünlük içerisinde akması, kurgunun bir başarısı olarak kendini gösteriyor.

Profesyonel oyunculardan, özellikle Hamlet’i oynayan Kutay Sandıkçı, Hamlet’in amcası Claudius’u oynayan Kadir Kandemir ve engelli oyunculardan Ophelia Gamze Dirlik, Rosencrantz Tevfik Alakazlı’nın yanı sıra; engelli oyuncuların oyunun başından sonuna kadar düşmeyen enerjileri ve profesyonel duruşları göz dolduruyor. Senkronizasyon gerektiren ve bu nedenle de her zaman içinde risk taşıyan toplu performanslarda ekip ruhu ve enerji başarıyı da beraberinde getiriyor.

Hamlet gibi klasik bir yapıtın, deforme olmadan, metnin bütünlüğünü ve anlamını yitirmeden, anlaşılır ve modern bir dille anlatılmasını başarı olarak görüyorum. Çabuk tüketmek, çabuk sıkılmak ve belirli bir süre belirli bir konu üzerinde odaklanamamak dünyanın geldiği noktada modern insanın kimliğini oluştururken, Hamlet gibi klasik bir oyunu taşıdığı her tür riske rağmen sahne üzerine koymak büyük cesaret ister. Oyuncularının ayrılması nedeniyle son bir ayda oyuncu olarak da kadroya dahil olan yönetmen Kadir Kandemir’e ve emeği geçen tüm ekibe böyle bir projenin altına imza attıkları için teşekkür etmek gerek.

Engeli olan insanların herşeyi yapabileceklerini, ihtiyaçları olanın sadece fırsat olduğunu kanıtlayan SATGE projesi BuluşmaHAMLET, hem yola çıkış noktası hem de bir tiyatro performansı olarak dikkatten kaçmaması gereken bir oyun. Bu tür yaratıcı, farklı ve kapı açan tiyatro projelerinin devam etmesi dileğiyle…

İyi seyirler…