18 Ocak 2012 Çarşamba

“ÖLÜMÜNE” KENTER TİYATROSU


Yaşamak ya da ölmek… Hangisi daha zor? Amacı olmadan yaşayabilir mi insan? Niye sımsıkı tutunur hayata? Nasıl vareder kendini? Kenter Tiyatrosu bu yıl ilk kez Türkiye’de sahnelenen “Ölümüne” adlı oyunla yaşama dair bir çok soru soruyor bize. Sovyet yazar Nikolai Erdman tarafından “İntihar” adı altında kaleme alınan ve kendi ülkesinde ancak 1990’da sahnelenebilen oyun İrlandalı yazar Moira Buffini tarafından 2007 yılında “Dying for it” adıyla uyarlanmış. Türkiye’de ise, Ceren Yalçın çevirisi ve Kenter Tiyatrosu ayrıcalığıyla seyirciyle buluşuyor. 

Oyun, kapkaranlık bir sahnede karnı acıkan Semyon’un eşini uyandırarak sucuk istemesiyle başlar. İşsiz güçsüz Semyon karanlığa gömülmüş bir halde kendini ve hayatını sorgulama telaşına girer bir anda. Karısı çalışmakta ve evin geçimini sağlamaktadır. Peki ya o? Karısının aldığı sucuğu yiyen bir adamdan ibarettir ve bu gerçek ona acı vermektedir. Her gün uyandığında bir amacı olmalı insanın. Onu yaşama bağlayacak, işe yaradığını hissettirecek küçük birşey? Amacını arar Semyon. Ve tam o sırada tuba çıkar karşısına. Tuba çalmayı öğrenecek, konserler verecek ve evine avuç dolusu parayla gelecektir. Küçücük bir hayali kocaman bir umuda dönüştürür. Ancak hayaller hayal kırıklıklarını da cebinde taşır ne yazık ki. Oyun Semyon’un yaşam ve ölüm gel-git’inde yaşadıklarını eğlenceli bir üslupla anlatır.

Yönetmen Mehmet  Birkiye oyundaki “eğlendirme” ve “düşündürme” dengesini o kadar iyi kurmuş ki, bu noktada oyunu sadece fars olarak nitelendirmek hata olur. Eğlendirirken düşündüren oyun görsel ve sözel uyumun güzel bir örneği. Oyunun başında sahnenin karanlık olması ve bu karanlıkta Semyon’un “aydınlanarak” hayatını sorgulamaya başlaması çok etkileyici. Barış Dinçel’in dekor ve Cem Yılmazer’in ışık tasarımının rejiye olan katkısı tartışılmaz.  Ve oyuncular… On altı kişilik oyuncu kadrosundan oluşan oyunda, gönlünü sahneye koymuş on altı yürek görüyorsunuz. Özellikle Engin Hepileri, Güneş Sayın, Bülent Şakrak, Hare Sürel ve sahnede yine yeniden devleşen Kadriye Kenter. Her biri oyun boyunca hiç düşmeyen performansları ve doğallıklarıyla seyirciye muhteşem bir oyunculuk şöleni sunuyor.

Hayat her zaman şeker pembesi değil. Bir sabah uyandığınızda siz de yaşam amacınızı kaybetmiş olabilirsiniz; tıpkı Semyon gibi. Tutkunuzu yitirmiş ya da çıkmazdasınız kim bilir... Ve hayat… Hayat o kadar da ciddiye alınacak  birşey değildir belki… İster “düşünmek” için, ister “eğlenmek” için, isterseniz her ikisi için  “Ölümüne” diyelim o zaman. 

14 Ocak 2012 Cumartesi

KIRMIZI ÇOCUKLUĞUM’A


Çocukken en sevdiğim renkti kırmızı. Seçme hakkı verilen bir çocuktum ve hep kırmızıdan yanaydı seçimlerim. Kırmızı ayakkabılar, kırmızı gözlük çerçevesi, kırmızı şapka, kırmızı elbise... İlk uçlu kalemim kırmızı bir sıfır dokuzdu.

Yedinci yaş günümde annem ve babam kırmızı bir saat hediye ettiler bana. İlk saatimdi... İçinde balık figürü olan kırmızı bir saat... Cesurdum kırmızıyı seçecek kadar. Masumiyetin rengiydi kırmızı... Yaşanmamışlığın ve saflığın rengi...

Kırmızı saatimi en fazla bir yıl kullanabildim; bozuldu. Büyüyen ayaklarım kırmızı ayakkabılarıma giremez oldu. Kırmızı uçlu kalemimin yerini metal kalemler aldı... Ve ben, yiten her bir kırmızıda biraz daha büyüdüm. Günün birinde, bir de baktım anlam değiştirmiş kırmızı. Aşkın, acının, öfkenin, mücadelenin, kanlı gözyaşının rengi olmuş. Çocukluğumla birlikte o da ölmüş... Kırmızı cesaretim kaybolmuş; siyahlar işgal etmiş gardrobumu. Zaman zaman sürdüğüm kırmızı ojeler yüzünden ellerim nereye saklanacağını şaşırmış... Ve ben, çocukluğumun masum cesaretinden uzak, “büyümek” adı verilen kirlenmişliğin içinde yalnız bir kırmızısızlığa mahkum olmuşum.

Dün gece bir kadın şöyle dua etti “n’olur Allah’ım kırmızı bir saatim olsun; içinde balık figürü olanından”. O saatle birlikte çocukluğunu istedi... Kırmızı çocukluğunu...

5 Ocak 2012 Perşembe

KURABİYE TADINDA BİR FİLM: SMALL TIME CROOKS


Evi yuvaya dönüştürme isteğimden mi yoksa çok yemeyen biri olarak yedirmeyi sevdiğimden mi bilmem çocukluğumdan beri severim pasta çörek pişirmeyi. Pek çok ev ya da iş kadınının hayalidir küçük bir pastane açmak. Hepsinin ortak noktası da sıcak bir ortam olsun, ev gibi olsundur; tıpkı çocukluğumun dizisi “İstasyondaki Pastane”deki gibi. Şimdilerde ne pasta yapmaya ne de pastane açma hayali kurmaya vakit ayırabiliyorum ama, en azından Woody Allen’ın yazıp yönettiği 2000 yapımı Small Time Crooks’la (Türkçe’ye Acemi Hırsızlar olarak çevrilmiş) bir kurabiyenin nelere kadir olabileceğini gülümseyerek seyrediyorum.

İnsan güzel bir film seyredince ya da güzel bir kitap okuyunca herkes izlesin herkes okusun istiyor. O heyecanı paylaşmak, çoğaltmak çarpanlarına ayırmak telaşına giriyor. Small Time Crooks’u seyrettikten sonra bende oluşan bu heves Woody Allen yüzünden ne yazık ki kursağımda kaldı. Kime Woody Allen’ın filmi dediysem “Iyy o adamı hiç sevmem” tepkisi aldım. Sevilmeyen, Allen’ın  filmleri değil de kendisi. Hal böyle olunca “sevmediğim adamın filmini de seyretmem”e dönüşüyor olay. Evet Woody Allen antipatik bir görünüme sahip olabilir, hatta evlatlığıyla evlendiği için büyük bir kesim tarafından “sapık” olarak nitelendirildiği de bir gerçek. İyi de filmlerinin suçu ne?

Small Time Crooks, yıllardır zengin olma hayali kuran Ray ve Frenchy Winkler çiftinin eğlenceli hikayesini anlatır. Ray karısını ikna ederek o güne kadar biriktirdikleri bütün parayla bir dükkan kiralar. Amacı arkadaşlarıyla birlikte dükkanın altından tünel kazarak yandaki bankayı soymaktır. Bu arada soygunu maskelemek için Frenchy dükkanda kurabiye yapıp satmaya başlar. Ancak olaylar hiç de istenildiği gibi gitmez. Ray ve arkadaşları tünel kazma işini ellerine yüzlerine bulaştırırken; Frenchy’nin kurabiyelerinin ünü tüm kentte yayılır. Kurabiye dükkanı kurabiye fabrikasına dönüşür. Filmin bu noktada ikinci hikayesi başlar. Artık zengin bir çift olan Ray ve Frenchy, bu kez para karşısındaki duruşları ve aşklarıyla sınanacaklardır. Peki filmin sonunda para mı yoksa aşk mı galip gelir? Eğer “Woody Allen ıyyy” demiyorsanız, kurabiye kokan bir evde (mümkünse sevgiliyle; mümkün değilse sorun değil) cevabını kendiniz öğrenin.