17 Ekim 2012 Çarşamba

DİLEMMA




İnsan ömrü çekiştirile çekiştirile bayağı bir uzadı. Büyük büyük babalarımız 40’lı yaşlarda “hadi eyvellah” deyip terk-i diyar ederlerken; şimdilerde dalya diyemeyene “erken gitti” diye üzülüyoruz. İyi, güzel, hoş da uzun yaşayınca başımız göğe mi eriyor? 90 yaşına gelmişim, yüzüm dünya haritası gibi, ellerim tir tir titriyor, göz görmüyor, kalp, şeker, tansiyon gırla… Biraz şanslıysam Alzheimer’a yakalanmamışım… Bu tablo bile “yandım anammm” deyip kaçmaya yeter. Bunun makulu, makbulü nedir bilemem; karar mercii değilim tabii... İnsan evladına bıraksan ne versen alır; istemem demez. Doyumsuzuz biz; hep yapacağımız birşeyler, göreceğimiz günler var. Aman şunu da bir göreyim; onu da bir yapayım deriz; ama ucu bucağı yoktur yapıp göreceklerimizin; bitmez, bitemez.

İnsan ömrü uzadı uzamasına da bu sefer de yeni yaptırımlarıyla biniverdi tepemize. Şimdi de hem uzun hem sağlıklı yaşayalım diye kendimize yüklendikçe yükleniyoruz. İş yerinde yorgunluktan canımız çıkmışken sağlıklı kalalım diye koştur koştur spor salonlarına gidiyoruz. Sağlıklı beslenme bilinci edinip brokoli, karnabahar, pırasa, kereviz yiyoruz. Kozmetik reklamlarını pür dikkat seyredip, ağzımız, yüzümüz gergin kalsın diye çuval çuval para harcıyoruz. O da yetmezse, botoks, hadi o da yetmezse kalçamızdan yağ aldırıp yüzümüze enjekte ettiriyoruz. Ömrümüze ömür katılırken; genç de olalım istiyoruz. Ne yardan ne serden vazgeçiyoruz. İnim inim inleyerek gerim gerim geriliyoruz. Upuzun ömrümüzde kocamızla aynı yastıkta kocayalım diye beynimiz yerine oramızı buramızı dolduruyoruz… Ve yaşama güdüsü, yaşlanma korkusuyla el ele vermiş Freddy’nin Kabusu gibi üstümüze üstümüze gelirken, ellerimizi havaya kaldırıp çaresizce teslim oluyoruz.

Sağlıklı mıyız? Kesinlikle hayır.

KİTAPLARIMMM



Kitaplarıma olan saplantılı aşkımı bilen bilir. Yıllar yılı kütüphane memuru titizliğiyle onları gözüm gibi korudum. Ödünç vermek mi? Asla! Bilirim ki bu ülkede birine ödünç kitap vermek demek “o kitabı unut!” anlamına gelmektedir. Kitaplarım söz konusuysa bencilliğim tavan yapar. İsteyin; ben size gider en yenisinden, en taze kokanından alırım; benimkileri vermem. Huyum kurusun; ama böyle… Ve sakın korkmayın bibliyoman değilim.

Kitaplarıma bu kadar düşkünken, hayat koşulları nedeniyle onlarla yollarımın sık sık ayrı düşmesi ise tam bir ironi. Uzun süre yerleşik hayata geçemeyip bir o yana bir bu yana savrulunca benim kitaplar yıllar yılı baba evinde beni bekledi. Birkaç kuramsal kitap ve “Dünyanın En Güzel Arabistanı” (Turgut Uyar) yıllarca sadık yol arkadaşlarım oldu. Gittiğim yerlerden de hep yeni kitaplarla döndüm… Ve en nihayetinde üç sene önce kitaplarım bana kavuştu; ben de onlara… Önce en alasından yıllardır hayalini kurduğum kütüphaneyi yaptırdım onlara… Bir boydan bir boya… Bir uçtan bir uca… Misler gibi kokladım, sıra sıra dizdim. Romanlar, oyunlar, hikayeler, kuramsal çalışmalar… Gelin görün ki; bu beraberliğimiz de çok uzun sürmedi. Onlar bensiz, ben onlarsız kaldık mı yine böyle! Her gittiğim yere taşımam zor. Ara sıra ziyaretlerine gidiyorum; çok durmuyorum yanlarında, duygusala bağlamayayım diye şöyle bir bakıp çıkıyorum. Biliyorum ki güvendeler…. Ve biliyorum ki kavuşacağız yine… Vuslat ne zaman bilinmez; ama o ana kadar sabırla beklemeye devam.

12 Ekim 2012 Cuma

OLUMSUZ KONUŞAMAMA HALİ



Bir hafta boyunca insanlarla, hayatla, işle, trafikle, ülkeyle, şununla, bununla ilgili olumsuz hiçbir şey söylememeyi denediniz mi hiç? Deneyin bakın neler oluyor? Hadi siz denemeden ben söyleyeyim; dut yemiş bülbüle dönüyorsunuz. Tık yok. Karşınızdaki konuşuyor; ama lafının üstüne laf koyamıyorsunuz. Neden? Çünkü herkes olumsuz, herkes herşeyden dertli… “Amaaan ne şikayet ediyorsun ne güzel yaşayıp gidiyoruz işte!” desen, deliymişsin gibi bakıyorlar. Hiçbir sohbete dahil olamıyorsun ve bu kez de “bir derdin mi var?” sorusuyla karşılaşıyorsun ki, bir hafta boyunca hiç sektirmeden her gün bu soruya cevap vermek zorunda kaldım; “yoo bir derdim yok.” Karşı taraf size inanmayan gözlerle bakıyor ve muhtemelen içinden “kesin büyük bir sorunu var” diyor. Bir haftadır olumsuz konuşmayacağım diye yabanileştim. Kimseyle konuşamıyorum; lal oldum kaldım. Meğerse bütün sohbetlerimiz olumsuzluklar ve şikayetler üzerine kuruluymuş. Okuduğum bir kitaptan yola çıkarak yaşadığım bu deneyimi yine aynı kitaba göre içselleştirip tüm hayatım boyunca sürdürmem gerek; ki benim için biraz zor görünüyor; çünkü, şu hayattan biraz daha şikayetçi olmadan yaşarsam sanırım ortadan ikiye ayrılacağım.

10 Ekim 2012 Çarşamba

ÇOCUKLAR



Ne çok severim Halil Cibran’ın “Çocuklar” şiirini ve tüm anna-babaların bu şiiri kılavuz edinmesini isterim. Bırakalım çocuklarımız kendi hayat yollarını çizsin... Eteklerinden, pantolonlarından çekip “gitmeeee” diye ağlamayalım peşlerinden… Sevsinler bir kadını ya da erkeği… Aşkları için savaşsınlar… Bizden bağımsız yeni bir aile kurabilmeyi başarsınlar… Bizim için değil; kendileri için yaşasınlar… Ve bilsinler ki, istedikleri zaman biz hep yanlarındayız.

Çocuklar

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran

1 Ekim 2012 Pazartesi

AN'I YAKALAMA MESELESİ


Hayat koşuşturmacası içinde kendimizi giderek yok ettiğimizi gören modern zaman tüccarları bunu fırsat bilip yeni moda kişisel gelişim kitaplarını anında piyasaya sürdüler. Hepsinde temel konu aynı; “an’ını yakala.” Kimisi buna Carpe Diem; kimisi Osho’dan hareketle “farkındalık” diyor. Yapacağın şey şu; ne geçmişe takılıp kalacaksın, ne de yarının için karalar bağlayacaksın; bugün’de, an’da, şimdi’de yaşayacaksın. Peki ne kadar mümkün bunu başarmak? Osho, kitaplarında şunun altını çizer; “asla vazgeçme ve an’ını yakalamayı kaçırdığında kendini suçlama; yeniden ve yeniden dene.” Ve ben de Osho’ya cevaben diyorum ki; “sıkıysa yakala”… Olmuyor çünkü; ya da daha doğrusu ben başaramıyorum. Ne zaman an’ın tadını çıkarayım desem, ya geçmişte yediğim kazıklara; ya da gelecek planlarıma takılıp çuvallıyorum. “Aman da kuşlar ne güzel de cik cik ötermiş; çiçekler de mis kokarmış” demek bir noktadan sonra bayıyor insanı ve o baygınlıkla yine sazı elime alıp takılıyorum geçmişle gelecek arasında kendi kafama göre… Hadi diyelim yakaladık an’ımızı; hayatın bedenimizde ve ruhumuzda açtığı ne kadar acı varsa hepsi “an” denilen yerde kapı gibi dikilmiyor mu karşımıza? Stresten başa giren ağrı, cayır cayır yanan mide, kaskatı kesilmiş bir boyun...  Her yakaladığın an’dan da iyi birşey çıkmıyor ki… Böyle durumlarda yakalasam da durmuyorum, duramıyorum… Ve diyorum ki! Ey modern çağın bir o yana bir bu yana savrulan, ne yapacağını bilemez hale gelmiş insanı; an’ını yakalamışsın, yakalamamışsın o kadar da dert değil… Boşveeeer!