31 Aralık 2013 Salı

MUTLU YILLAR!



Her yılın sonunda giden yılın değerlendirmesini yaparım… Ve en önce sevdiklerimin yoklamasını yaparım. Hepsi hayatta ve keyifliyse, her biri sağlıkla “buradayım” diyorsa; bu yılda “Pekiyi” ile geçmiş demektir. Hedefler tutmuş tutmamış, yarım kalan işler olmuş olmamış o kadar da önemli değildir artık... Bir sonraki yıla telafi edilir nasıl olsa... Bir sonraki yıl için umut vardır ne de olsa…

Yoklamanızın tam “Pekiyi”nizin bol olduğu bir yıl geçirmeniz dileğiyle…

25 Aralık 2013 Çarşamba

GÜLLERİN SAVAŞI


Televizyonda “Güllerin Savaşı”… Daha önce seyrettiğim filmin bu kez son 20 dakikasına denk geliyorum. Filmin belki de en sinir bozucu bölümü… Başrollerde Michael Douglas ve Kathleen Turner… Yönetmen koltuğunda oturan isim ise, Danny DeVito… 1989 yapımı film, yıllardır süren mutlu evliliklerini bitirme kararı alan Rose (Gül) çiftinin oturdukları evi bir türlü paylaşamamaları sonucu birbirlerini yiyip bitirmelerini anlatır. Başarılı bir avukat olan Oliver ve kendini evine adayan Barbara için başta her şey yolundaymış gibi görünmektedir. Çok beğendikleri bir evi satın alırlar ve Barbara yıllarca bu evle uğraşır, evi yeniden dekore eder, mobilyalarını yeniler, süsler. Ev giderek Barbara’nın yaşam amacı haline gelir. Ancak diğer taraftan karı-koca arasında sorunlar ortaya çıkar ve çift boşanma kararı alır. İşte her şey bu noktadan sonra başlar; çünkü çift, oturdukları evin kimde kalacağı konusunda bir türlü fikir birliğine varamaz. Ortak çıkarların bittiği yerde çatışma başlar. Yıllar süren evlilik ve iki çocuk sahibi olmak bile durumu değiştirmez. Boşanma savaşı, her ikisinin gözünü öyle bir döndürür ki; olup bitenleri ağzınız açık seyredersiniz. Ve en nihayetinde bu savaş bir karı-kocanın sonunu getirir.  

“Güllerin Savaşı” bu kez bambaşka yerlere götürdü beni... Film, boşanmak üzere olan bir çiftin birbirinin sonunu getirmesinden çok daha fazlasıydı şimdi benim için… Ve itiraf ediyorum, hiç bu kadar keyif vermemişti. Trajikomik bu filmin ardından “al gözüm seyreyle” diyerek haber kanallarına hızlı bir geçiş yaptım.   

23 Aralık 2013 Pazartesi

ZAMAN


Salvador Dali- Belleğin Azmi (Eriyen Saatler)

Zaman geçiyor mu? Yoksa o duruyor da biz mi geçiyoruz içinden? Neye göre hızlı, neye göre yavaş? Hızlı geçeni mi makbul, yavaş geçeni mi? Her şeyin bir zamanı var mı gerçekten? Vakti zamanı gelmeyince olmuyor mu? Yoksa “olmayanlar”a uydurduğumuz bir kılıf mı bu sadece? Oldurup da, “vakti zamanı gelmiş demek ki” dediğimiz de “biz” yine o “biz” miyiz? Zaman gelip geçiyor da, elde biz’den ne kalıyor?

10 Aralık 2013 Salı

AH BE DOSTUM!



İşimiz gücümüz kahkaha atmaktı. Küçük dilimizi göstere göstere, gözümüzden yaşlar aka aka… En saçma, en anlamsız şeyler bile bahaneydi kahkaha için… Bir de güçlü zannederdik kendimizi… Ya da güçlüymüş gibi davranırdık… Neyse ne… Kahkaha atabiliyorduk ya, gerisi boştu… Büyüdükçe benim kahkahalarımın yerini gülümseme aldı… Sevemedim gitti büyümeyi… Hala da direniyorum… Ama olmuyor… Büyümen gerek diyorlar… Çabalıyorum… Ve ne yazık ki sıkça çuvallıyorum.   

Her geçen gün azalan kahkalarımla birlikte sen düşüverdin aklıma… Sen de sadece gülümsüyor musun hayata? Elinden başka birşey gelmiyor mu, benim gibi? Kahkaha atmak için kendini zorluyor musun? Ve her seferinde “boşuna kandırma kendini, eskisi olmuyor” diyor musun? 

Bir kez kahkaha’nı kaybedince, bir daha bulamıyormuşsun ah be dostum!

27 Kasım 2013 Çarşamba

MISIR’IN DÖRDÜNCÜ PİRAMİDİ




Mısır’ın Dakhaliye Eyaleti’nin yakınlarında, sazdan evlerden oluşan Tammay el Zahayrah Köyü’nde doğdu. Babası imam, annesi ev kadınıydı. Üçüncü ve son çocuktu. Babası, yıllarca kendi köyünde ve komşu köylerde ilahi ve kasideler okuyarak ek gelir sağladı. O ise ilk müzik eğitimine başladığında henüz beş yaşındaydı. Babası onu müzikle tanıştıran ilk hocasıydı. Babasıyla yakın köylere ve özellikle Ramazan gecelerine katılarak ilahiler, kasideler ve Kuran okurdu. Bu meclislerde kız çocuklarının şarkı söylemeleri günah kabul edildiğinden kendisine erkek giysileri giydirilirdi. Öyle etkileyici bir sesi vardı ki; namı bütün Delta’da yayılmaya başladı. Ailesi, sesini beğenenlerin ısrarıyla Kahire’ye taşındı. Burada müzik eğitimi aldı ve küçük fakir dünyasından çıkarak zengin mahallelerdeki evlerde şarkılar söyledi. Zamanla aşk şarkıları söylemeye başladı ve konserleri radyodan canlı olarak yayınlandı. Böylece milyonlarca kişilik dinleyici kitlesine ulaştı. Kısa süre içerisinde romantik aşk şarkılarının vazgeçilmez ismi oldu. Mısır'da geniş halk kitlelerine ulaşmak için sinemayı ustalıkla kullandı ve o dönemde bütün Ortadoğu ve Türkiye'de de gösterilen altı filmde başrol oynadı. II. Dünya Savaşı yıllarında sesiyle tüm Ortadoğu’yu etkisi altına aldı. Sesi,  Arap yarımadasında zamanı durdururdu. Şarkı söylediği saatlerde, Arap siyasetçileri susar; hiçbir lider o şarkı söylerken konuşma yapmazdı. Sokaklar boşalır, alışveriş durur, taksi şoförleri birbiriyle çekişmez, Kahire pazarında para geçmez olurdu. Sokak başlarına kurulmuş radyoların etrafında o dinlenirdi. O, buram buram acı kokan sesinin ardına acılarını saklardı. Guatr sorunları yüzünden depresyona girdi ve sahnelere veda etme noktasına geldi. Önce annesini sonra erkek kardeşini kaybetti. Ünü arttıkça Mısır aristokrasisinin içine girmeye ve buradan arkadaşlar edinmeye başladı. Kendisini olduğundan farklı göstermedi. Köylü geçmişini asla unutmadı. Bu doğallığı onun daha çok sevilmesini sağladı. Kral Faruk’un amcalarından biri olan Şerif Sabri Paşa kendisiyle evlenmek istedi; ancak bir Nil köylüsünün kraliyet ailesinden biriyle evlenmesine izin verilmedi. Tıbbi sorunlarına aşk acısı da eklenince bestekar ve udi Mahmut Şerif’le evlendi. Ancak bu evlilik sadece birkaç gün sürdü. Daha sonra Dr. Hasan el Hifnavi ile evlendi ve bu evlilik halk tarafından kabul gördü.

Ülkesinin maddi zararlarını telafi etmek ve Ortadoğu’da yeniden prestij kazanmasını sağlamak için Arap ülkelerinde konserler verdi ve bu konserlerden kazandığı 2.5 milyon sterlini ve mücevherlerini Mısır Hükümeti’ne bağışladı.

1960’lı yıllarda Muammer Kaddafi ve Abdusselam Callud önderliğinde, devrin Libya Kralı İdris es Senusui’yi tahttan indirmek için bir darbe planı yapıldı. Devrimciler 21 Martta yapmayı planladıkları darbe planı için gerekli tüm şartları hazırlamışken son anda çok önemli bir şeyi göz ardı ettiklerini fark ettiler. O gün Bingazi’de O’nun konseri vardı. Tarihe geçen bu konserle planlanan darbe beş ay ertelendi.

Yaş aldıkça sağlık sorunları da yeniden ortaya çıkmaya başladı. Böbrek rahatsızlığına yakalandı ve hastaneye yatmak istemedi. “Hastaneye gidersem öleceğim” dedi. 4 Şubat 1975’te Mısır radyolarından onun için aralıksız Kuran okundu ve kalp yetmezliği nedeniyle vefat ettiği tüm dünyaya duyuruldu. Adı: Ümmü Gülsüm’dü. Doğunun Yıldızı ve Mısır’ın Dördüncü Piramidi olarak tanınırdı. Bütün zamanların en güzel sesli şarkıcısı olarak anıldı. Sesi kadın ve erkek sesi arasında bir ses olarak kabul edildi ve geçen yıllara yenilmedi.  

Bu bulut dolu grili günlerde O düştü aklıma… Sahi, havada bir Ümmü Gülsüm kokusu yok mu?

22 Kasım 2013 Cuma

DEMOKLES'İN KILICI

Felix Auvray- The Sword of Damocles


Geleceğin gelip gelmeyeceğinden emin olmadığımız halde, eminmiş gibi davranıp bütün hayatımızı gelecek zaman kipleri üzerine kuruyoruz. Alacağımız ev, gideceğimiz tatiller, yapacağımız spor, vereceğimiz kilolar, göreceğimiz güzel günler… Gelecek önümüz sıra giderken, biz onu yakalayabilmek için soluduğumuz havayı bile unutarak koşturuyoruz. Öyle bir koşturuyoruz ki, bugün’de kayboluyor, yarın’a hapsoluyoruz... Oysa yarın’sızlık Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıyor da haberimiz yok!

14 Kasım 2013 Perşembe

İKİ KADIN

Frida Kahlo-Two Women

İki kadın… Ellerinde birer kadeh şarap… Başlıyorlar sohbet etmeye… Kah dünyayı kurtarıyorlar… Kah havadan sudan dert yanıyorlar… İçtikleri her bir yudum şarapta yanakları daha bir al al oluyor… Kahkahaları çiçek yapraklarını okşuyor usul usul… Ve konuşmaya devam ediyorlar... Hep konuşuyorlar… Sahi iki kadın bir araya gelince en çok neden konuşur? Tabii ki herşeyden… Ve tabii ki en çok aşktan…

İki kadın, çakırkeyfliğin o en masum çizgisinde, bir anda, duruveriyorlar. Onlar durmayı hep başarıyorlar… Ne bir yudum fazla, ne bir yudum az… Tam kıvamında... Ve yüzlerinde kocaman bir gülücükle, herşeye ve herkese inat, umut etmeye devam ediyorlar.

Sakın korkmayın kadınlardan! Bu dünyayı onların aşk’la dünyaya getirdikleri çocuklar kurtaracak.

8 Kasım 2013 Cuma

ET'ME EYLEME

Beyond Meat "tavuk" şeritleri

Dünya çapında kişi başına düşen et tüketiminin 1961’den 2007’ye kadar iki katına çıktığını ve 2050’de bu rakamın yine ikiye katlanacağını biliyor muydunuz? Et tüketimi gelecek yıllar için et üretimi sorununu da beraberinde getirecek gibi görünüyor. İşte bu durum yapay sığır, tavuk ve domuz eti gerekliliğini ortaya çıkartmış. Dört yıl önce Amerika’da kurulan Beyond Meat bu konuda oldukça iddialı… Ürettikleri yapay tavuk parçaları kümes hayvanlarına özgü lifli yapıda ve eşdeğer miktarda protein deposuymuş. Et yapay olunca trans yağ ve kolesterol miktarının sıfıra inmesi de doğal sonuç. Bu işi kafaya takan sadece Beyond Meat değil; Modern Meadow da canla başla bunun için çalışıyor. Her iki firmanın amacı aynı; omega 3 yağ asitleriyle ve ekstra vitaminlerle geliştirilmiş süper etler üretmek! Peki bu fabrikasyon ürünler etin yerini tutabilir mi? Araştırmalar, et yemenin beynin zevk merkezlerini tıpkı çikolata gibi etkinleştirdiğini gösterirken et’siz bir mutluluk düşünmek mümkün mü? Sadece mutululuk değil, sağlık da pek olmayabilir kanımca. Etten alınan proteinin bitkisel proteinin yerini tutması pek de söz konusu değil. Et iyi bir protein, demir ve B12 vitamini kaynağı.

Et yemeyenlerin daha zayıf olduğu düşüncesine gelecek olursak… Bakınız: İnek ve leopar örneğine… Ot yiyen inek karşısında leopar ne kadar da fit… Eee hayvan yiyor eti sonra da koşuyor. Sorun ette değil; spor yapmamakta olmasın!

Çocukların okul gezisi olarak AVM (Alışveriş Merkezi)’lere götürüldüğü günümüzde, meyveyi hap, eti abuk sabuk soslarla tatlandırılmış yapay fabrika ürünü şeklinde tüketeceğimiz günler geliyor mu yoksa!

“Bu Adana kebaptaki kuyruk yağı biraz az mı olmuş!” diye yorumlar yapan Vedat Milor’lu günlerimizin kıymetini bilelim!

5 Kasım 2013 Salı

DERVİŞİN FİKRİ NEYSE...



Kızlı erkekli dans edilmesin, spor yapılmasın… Halk oyunları tamamen kaldırılsın… Sinemaya tiyatroya birlikte gitmek mi akıldan bile geçirilmesin! Kızlı erkekli okula gidilmesin... Kızlı erkekli gezilmesin, dolaşılmasın, yenilmesin, içilmesin… Kız ve erkek birbirlerini daima teğet geçsin… Mümkünse dişi sinek ve erkek sinek ayrı ayrı semalarda uçsun. Herkes yerini, yurdunu, cinsiyetini bilsin arkadaş!!!

Ahlak elden gitmeden dağılın bakayım hemen!

10 Ekim 2013 Perşembe

HERKES



Herkes dünyanın merkezi… Herkesin acısı en büyük… Herkes akıllı… Herkes kesin zeki… Herkes fedakar… Herkes yardımsever… Herkes samimi… Herkes dost canlısı… Herkes haklı… Herkes en az iki dil biliyor… Herkes fikir sahibi… Herkes güzel… Herkes yakışıklı… Herkes anlayışlı… Herkes görmüş geçirmiş… Herkes egosuz… Herkes kendine ayna… Herkes ellini sallasa ellisi… Herkes saçını sallasa tellisi… Herkes çok güçlü… Herkes en asil… Herkes çalışkan… Herkes mücadeleci… Herkes cesur… Herkesin başarısı en büyük… Herkesin gözü en kara… Herkes feleğin çemberinden geçmiş… Herkes nereeeeden nereye gelmiş… Herkes çok çekmiş… Herkes ne ağlamış… Herkes okur… Herkes yazar… Herkes kesin şair… Herkesin hayatı roman... Herkes kesin en bi’şey… Eee o zaman herkese eyvallah… 

8 Ekim 2013 Salı

GERÇEK Mİ, YANILSAMA MI?

Velazquez-Las Meninas (Nedimeler)

Hayatınız gerçek mi, yanılsama mı? Gördüklerimizi “gerçekten” mi görüyoruz? Görünen gerçek, gerçeklik mi? Gerçek sandığımız şey sizin gerçek sanmamızı istediğiniz kadarla mı sınırlı, yoksa bizim zihnimizle mi? Sahi, gerçeğiniz nerede saklı? Yanılsamadan çıkacak kadar cesur musunuz?

4 Ekim 2013 Cuma

VAN




Havalar soğudu ya hani… Kış beklenmedik bir şekilde kapımıza dayanıverdi ya… Ekimin başında kaloriferler yanmaya başladı arkadaş diye konuşuyoruz ya orada burada… Van düşüyor aklıma… Van soğuğu işliyor içime… Van, yetim… Van öksüz... “Barınacak sıcak bir yuva istiyoruz” diye haykırıyor Van hala… Ateş düştüğü yeri yakıyor ya hani... Bazen keşke düştüğü yerle kalmasa diyor insan…   

1 Ekim 2013 Salı

EĞİTİM ŞART!


İstanbul’da yaşayanlar bu aralar sıkça görmüştür “Depreme karşı bir saat, bir hayat” çağrılarını. İstanbul Valiliği ve AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) koordinasyonu altında İstanbul halkını deprem gerçeğine karşı bilinçlendirmek için yapılan bu kampanya süresince İstanbullular güvenli yaşam eğitimlerine ücretsiz olarak katılabiliyorlar. Yapmanız gereken http://www.guvenliyasam.org/ adresine girerek kayıt yaptırmak… Sonrasında her ay eğitim yerleri ve tarihleri hakkında bilgilendiriliyorsunuz. Size sadece en yakın yeri ve uygun tarihi seçip gitmek kalıyor.

Ve ben büyük bir heyecanla kaydımı yaptırıp geçen hafta güvenli yaşam eğitimine katıldım. Avrupa Yakası’nda yaşamama rağmen kendi bölgemde açılacak bir eğitimi beklemeye dayanamadım ve Anadolu Yakası’ndaki Caddebostan Kültür Merkezi’nde düzenlenen eğitim için düştüm yollara. Deprem bu, ne zaman kapıyı çalacağı belli olmaz diyerek farkındalığımı artırmaya gittim. Şunu söylemeliyim ki eğitimde herşeyden önce deprem gerçeği bir tokat gibi suratınıza çarpılıyor. Yaşadığınız ev depreme dayanıklı mı? Evinizdeki eşyalar sabitlenmiş mi? Çocuğunuz okuldayken deprem olursa ne yapmalı? Deprem sırasında kendinizi korumak için siz ne yapmalısınız? gibi pek çok soru birbiri ardına cevap buluyor. Ev dekore edeceğim diye kolon yıkan yurdum insanının yol açtığı sonuçları ve komşular tadilata başladığı an “huu komşu ne var ne yok?” diyerek yıkılan kolon var mı diye şöyleee bir evi kolaçan etmek gerektiğini öğrenmek de cabası. Ben kendi adıma bu eğitimle deprem konusunda daha bilinçli hale geldim. Felaket tellali olmak istemem ama İstanbul merkezli 7 ve üstü şiddetinde bir deprem en son 1509 yılında olmuş ki bu da yakın bir zamanda büyük bir deprem olması riskini artırıyor. Eğitimde öğrendiklerimden sonra bir süre soğukanlılığımı kaybedip “farkındalık” halimi abarttığımı da itiraf edeyim. Paranoyak olmamak ve ayarı pek de kaçırmamak lazım; aksi halde eğlenceli biri olmaktan çıkabilirsiniz. 

Herhangi bir deprem durumunda kendinize ve çevrenize fayda sağlayabilmek ve olası risklerin farkına vararak kendi alanınız içerisinde alınması gereken tedbirleri öğrenmek için böyle bir eğitime katılmanın faydalı olduğunu düşünüyor ve kısaca eğitim şart! diyorum.

16 Eylül 2013 Pazartesi

ÇOĞUNLUKLA ZARARSIZ



Soylent
Yemek için mi yaşıyorsunuz, yaşamak için mi yiyorsunuz? Günlük hayat rutinimizde yemek yemek kesinlikle en önemli aktivitelerimizden biri. Uyanır uyanmaz güne kahvaltıyla başlayıp, öğlen ne yesek, akşama ne pişirsek diye düşünmeye başlıyoruz. Bu rutin kimi zaman “yesem yesem ne yesem işkencesi”ne dönerken; kimi zaman müthiş eğlenceli bir hal alabiliyor. Yaşamak için yemeğe ihtiyacımız var; ama sadece ihtiyaçtan yemediğimiz de kesin. Yemek masrafından ve uğraşından sıkılan San Fransiscolu elektrik mühendisi Rob Rhinehart yemek pişirmekten, alışverişten ve temizlik yapmaktan nefret ettiği için yemek seremonisini sadeleştirmeye karar vermiş ve üç ay boyunca biyokimya ve beslenme hakkında araştırma yaparak ona yaşaması için gerekecek her şeyi bir listede toplamış. Rhinehart birkaç kez çuvalladıktan sonra nihayet işe yarar bir formül bulmuş ve önce bir ay, sonra iki ay daha sonra da üç ay boyunca Soylent adı verilen bu karışımdan başka birşeyle beslenmemiş. Rhinehart’ın günde üç ya da dört kez tükettiği bu karışımı hazırlaması, içmesi ve ortalığı temizlemesi sadece bir dakika sürüyormuş. Sağlığının yerinde olup olmadığından emin olmak için ara sıra kan testi yaptırmayı da ihmal etmiyormuş.

Rhinehart, Mostly Harmless (Çoğunlukla Zararsız) adlı blogunda yaptığı çalışmaları ve deneyimlerini paylaşıyor. Bu arada Soylent’in formülünü sık sık değiştirdiğini ve formülün tamamının hiçbir zaman yayınlamadığını belirtmekte yarar var. 

Gelelim başta sorduğum soruya; yemek için mi yaşıyorsunuz, yaşamak için mi yiyorsunuz? Benim cevabım: Çek bir adana acılı olsun.


3 Eylül 2013 Salı

MUTSUZUM… MUTSUZSUN… MUTSUZ…


Geçenlerde çok sevdiğim birisi içli içli “çok mutsuzum” dedi. “Merak etme herkes mutsuz” dedim. Teskin etmek değildi amacım, tamamen inanarak kurmuştum bu cümleyi. Üstelik ispatım da vardı. OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) tarafından hazırlanan “Daha İyi Yaşam Endeksi”ne göre Türkiye en mutsuz ülkeydi. Gelir düzeyi, sağlık, güvenlik ve barınma gibi alanlarda değerlendirilen OECD endeksine göre en mutlu insanlar Avustralya’da, en mutsuzlar ise Türkiye’deydi. Türkiye 36 ülke arasında endekste karşılaştırılan ülkelerin gerisinde kalarak sonuncu olmuştu ki bu da büyük bir başarıydı!

Mutsuz muyuz? Dibine kadar mutsuzuz. Gri bir bulut üstümüze çöktü, kalkar mı kalkmaz mı bilinmez. Ne yaz yaz gibiydi; ne de kış kış gibi olacağa benzer. Savaş çığırtkanları arasında “mutluluk” kelimesinin sözlüğümüzde yeri olabilir mi zaten.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ESTETİK BİR MESELE!


Türkiye’de gündem bir saniye boş kalmıyor maşaallah! Tam bir oh diyeceğiz, ağzı olan biri çıkıyor ve gümmm... Yeni gündemimiz; “hamilelerin estetik olmayan görünüşleriyle orta yerde salınmaları.”

“Hamile dediğin karnı belirginleştiği andan itibaren evde oturmalı, gerekirse akşamları kocası geldiğinde kocasının arabasıyla hava alıp evine dönmelidir.” Kesinlikle!!! Ve hava alma olayı şöyle gerçekleşmelidir; kadın asansörle aşağıya inmeli; koca, apartman girişine çektiği arabasının kapısını açmalı ve kadın kimselere görünmeden koşar adımlarla arabaya binmelidir. Kadının arabaya binmesiyle kocasının gaza basması ve kadının arabanın penceresini açarak havasını alması bir olmalıdır. Gereken hava alındıktan sonra aynı seremoni bu kez eve girişte tekralanmalıdır. Kadın, kendisi ve bebeğinin sağlığı için gerekli yürüyüşleri evde yapmalı, her gün salondan mutfağa, mutfaktan banyoya, banyodan yatak odasına yürümelidir. Gün içerisinde hava alma ihtiyacı olursa kapıyı pencereyi açmalı; kocasını “gel beni havalandır” diye rahatsız etmemelidir. Doğum gerçekleştikten sonra da eski formuna kavuşana kadar evinde oturmalıdır. Mesele estetik meselesidir. Doğumdan hemen sonra karın dümdüz olmayacağına göre evde oturuş ve pencereden hava alış sistemi kadın estetik bir hal alıncaya kadar devam ettirilmelidir. Kadın çalışıyorsa 4 aylık yasal doğum izni bittikten sonra forma girinceye kadar ücretsiz izin kullanmalıdır. Ekonomik sıkıntılar olabilir; ama hiç sorun değil… Ve tabii en az üç çocuk doğurmalıdır. Bu nedenle; aslında en iyisi kadının sürekli evde oturmasıdır; hamilelik, doğum, çocuk büyütme, tekrar hamile kalma, tekrar doğurma, çocukları büyütme, tekrar hamile kalma, doğurma, büyütme süreci sistematik olarak tekrarlanmalıdır. Koca ise artan aile nüfusu nedeniyle daha çok daha çok daha da çok çalışmalı, karısına arabayla hava aldıracak vakti bulamamalıdır. Artan çocuk sayısı nedeniyle artan borçlarını kapatmak için gerekirse arabasını da satmalıdır. Kadın, evin penceresinden hava almaya alışmalı; araba penceresinden alacağı havayı artık unutmalıdır!

Bu durumda çocukların halini varın siz düşünün.

16 Mayıs 2013 Perşembe

10.05.2013


Günlerden bir gün… İçinde umutlarla uyandığın her zamanki günlerden bir gün… Öylesine bir gün… Biricik, bir tanecik bir gün… Hayallerin, ideallerin, gitmek istediğin üniversite, görmek istediğin ülkeler, sonunu merak ettiğin roman ya da öylesine, sırf canın istedi diye boş boş duvara bakacağın günler, aşkın için dökeceğin göz yaşları, küçük dilini göstere göstere atacağın deli divane kahkahalar, ördüğün bebek patiği, çürümüş dişinden kurtulmak için aldığın randevu, küstüğün arkadaşınla barışmak için çıkacağın yolculuk, akşama pişirmeyi planladığın yemek, seyredeceğin film… Yeniden ve yeniden doğmasını istediğin güneş… Geçmişin, bugünün, en çok da yarınların… Bütün gelecek zaman kiplerin... Yarınların… Yarınları... Yarınlarını aldılar… Bahar kokan umutlarını kana buladılar… Bu baharı öldürdüler… Öldü bu bahar.

11 Nisan 2013 Perşembe

GDO’NUN “D” Sİ

 
Mısır ve soyadan sonra hoş geldin GDO’lu pirinç. Aaaa korkmayın sakın! Hemen koşun mutfağa şöyle bol tereyağlı bir pirinç pilavı yapın, yanına bir de kuru fasulye… Misss… Hem GDO da neymiş ki! Güya, bir canlıdaki genetik özellikler kopyalanarak, bu özellikleri taşımayan başka bir canlıya aktarılıyormuş ve bunun sonucunda yeni bir canlı üretiliyormuş. Buna da Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) deniliyormuş. Yalan!!! GDO’nun bizdeki açılımı olsa olsa Genetiği Düzeltilmiş Organizma olur. Bilim insanları bakmış bizim topluma, bizim genler süper. Akıl desen bizde, erdem desen bizde. Mükemmel ırkız vesselam. Doğruyuz, dürüstüz, verdiğimiz sözleri tutarız, çalışkanız. Tabii bize öyle sıradan gıdalar tüketmek yakışmaz. Bizim tükettiğimiz gıdanın genetiği de mükkemmel olmalı. Malum bünyemiz de sağlam… Düzeltmişler gıdaları, yiyin gari demişler… Biz de afiyetle yemişiz.Anlayacağınız bizim “D”ler sizin bildiğiniz “D”lerden değil!!!

3 Nisan 2013 Çarşamba

BİR BULUŞMA YERİ BELİRLEMELİYİZ!




Bu kez “n’olacak bu memleketin hali?” demedik. Bu kez gündemimiz depremdi. Yakın bir zamanda beklenen; fakat beklenmiyormuş gibi yapılan İstanbul depreminden konuştuk. Deprem anında ne yapmalıyız? Nasıl davranmalı, öncesinde ne gibi önlemler almalıyız? Deprem evdeyken değil de, işteyken olursa ailemizle nerede, nasıl buluşmalıyız? Sonra, Japonlar’ın her sene saatlerin ileri ve geri alındığı günlerde deprem çantalarındaki yiyecekleri tüketip, yenileme seremonisi yaptıklarını söyledi. Bırakın deprem çantamızdaki yiyecekleri yenilemeyi, kaçımızın deprem çantası var ki! Başucumdaki çekmecede el lambası ve düdük dışında birşey yok; hiç yoktan iyidir ama; yeterli mi? Depreme yakalandığımız an nereye çöküp kapanmalıyız? Evde devrilme riski taşıyan her şey sabitlenmeli. Peki ya işte olursam! Birden telefonumun şarjının çabuk bittiği aklıma geldi; sonra da telefonların zaten çalışamayacağı… “Bir buluşma yeri belirlemek çok önemli” dedi. "Telefonla kimseye ulaşamasan da orada –buluşma yerinde- bir araya gelebilirsiniz." Sonra “İmkansız” (The Impossible) filmi canlandı gözümde. 2004 yılında Hint Okyanusu’nda yaşanan ve 230 bin kişinin ölümüne yol açan tsunami felaketinde hem yaşamaya hem de birbirlerini bulmaya çalışan beş kişilik ailenin gerçek hikayesi… O felaketten sağ çıkıp, sevdiklerini bulamamanın acısı…

Eve gittim. “Bir buluşma yeri belirlemeliyiz” dedim. Belirledik. Bir an rahatladım… Sadece bir an…

6 Mart 2013 Çarşamba

SİZİN İLACINIZ KİM?


Hayat kimi zaman, zaman zaman, hatta çoğu zaman sıkıcı, boğucu, çok yorucu, saçmasapan bir yolculuk… Bu saçmasapanlıkta aklı selim kalmayı başarıyor, kahkahalarımızla odaları çınlatıp, huzurla iç geçiriyorsak “ilaç gibi gelenler” sayesindedir. İlaç gibi gelen dost, sevgili, eş, anne, baba, kardeş… “İlaç gibi geldin bana, çok yaşa emi!” derken buluruz kendimizi çoğu zaman… En kötü, en çaresiz hissettiğimiz anlarda, gözyaşlarımız akmasın diye boğazımız düğüm düğümlendiğinde bir kapsül dost sohbeti, bir kaşık sevgili şefkati şifamız olur. Ağlarken gülmeye başlar, tünelin ucundaki ışığı görüveririz birden. Yan etkisiz, prospektüssüz, reçetesiz ilaçlardır onlar. Passiflora etkisi yapar, içimizdeki fırtınayı yatıştırıp mışıl mışıl uyumamıza yardımcı olurlar. Biliriz ki ecza dolabımızda hazır olarak beklemektedirler bizi; bir telefonumuz yeter. “İyi değilim” dememize fırsat vermeden “sesin kötü geliyor” derler. Sessizliğimize de ortak olmayı bilirler; saatler süren anlamsız konuşmalarımıza da… Ve hep en çok sevdiklerimizdir onlar.

“İlaç gibi gelenler” olmasa çekilir mi şu hayat!

30 Ocak 2013 Çarşamba

GRİ SAHNE’DE “KUTLAMA” VAR


İngiliz oyun yazarı Harold Pinter’ın 2000 yılında kaleme aldığı son oyunu Kutlama, Gri Sahne tarafından Ümit Doğan rejisiyle sahneye konulmuş.

Kutlama seyircisi, seyir mekanına girdiği anda sahnedeki yerini almış olan oyuncuların yarattığı ürpertici ve soğuk atmosferle karşı karşıya geliyor. Sahne ışıklarının yanmasıyla birlikte herşey birden bire normalleşiyor ve verilen yemek siparişi üzerine sıradan konuşmalar başlıyor. Bir masada iki kız kardeşle evlenmiş iki erkek kardeş. Çiftlerden birinin evlilik yıldönümünü kutlamak için bir araya gelmişler. Evlilik yıldönümünün kutlandığı masadaki ışığın karartılmasıyla diğer masaya geçiliyor. Bu masada ise evli bir çift. İki masa arasında ışıklarla yapılan yolculuğumuz çiftlerden birinin, diğerini tanıması ve masaların birleşmesiyle devam ediyor.

Kutlama, geçmişle-şimdi, görünen gerçekle-saklı gerçek arasındaki didişmenin sahne üzerindeki yansıması adeta. Elit bir restoranda yemek yiyen bir grup “elit” insanın içindeki canavar bir anda ortaya çıkabiliyor. Oyun 21. yüzyıl insanın kendine ve topluma yabancılaşmasını bir restorana sıkıştırılmış bir grup insan üzerinden anlatıyor.

Pinter, kapitalizmin yol açtığı yalnızlığa ve yozlaşmışlığa absürd tiyatro penceresindenden ayna tutuyor. Absürd tiyatro, geleneksel tiyatro anlayışına karşı çıkar ve tiyatroya ait tabuları hem metin hem de sahneleme açısından reddeder. Kutlama, rejinin değil, metnin üzerine temellenen bir oyun olmuş. Oysaki absürd bir oyun, rejiyle şahlanmalıdır. Sadece diyolaglarla ilerleyen bir absürd oyunun durağanlaşması kaçınılmazdır. Kutlama, rejisörün sınırlarını pek de zorlamadığı, “temiz iş” çıkartma çabasıyla ortaya konulmuş bir oyun. Oyunculuklar ise, rejinin sınırları içinde kalmış ne yazık ki. Oyuncu için çok fazla alan kalmamış. Absürd bir oyuna “gerçekçilik” sınırları içerisinde yaklaşılması oyunun temel çıkmazı olmuş.

Kutlama, tiyatroya gönül vermiş insanların samimi çabasının sonucu olarak değerlendirilmeli. Haziran 2012’de kurulan Gri Sahne’nin tiyatro adına verdiği emek ve özveri ise kesinlikle yadsınmamalı.

Gri Sahne’de Pinter’ın Kutlama ve Samuel Beckett'in sekiz kısa oyunundan oluşan Kısalar’ının yanı sıra, Future Shorts Uluslararası Kısa Film Festivali kapsamında ödüllü yedi kısa filmi seyredebilirsiniz.

GRİ Sahne
Prof. N. Mazhar Öktel Sk. No:19/A Şişli - İstanbul
0507 845 15 74
0212 232 34 12

25 Ocak 2013 Cuma

DINNN MESAJINIZ VAR!!!


Bir mağazaya girip güzel güzel alışverişinizi yapıyorsunuz. Kasadaki hanımefendi ya da beyefendi tam da faturanızı keserken “bir de telefon numaranızı alabilir miyim?” diye çatadanak soruyor. Telefon numaranızı vermezseniz alışverişinizi tamamlayamayacakmışsınız psikolojisiyle çatır çatır veriyorsunuz numaranızı. Paketinizi alıp, mutlu mesut yolunuza devam ediyorsunuz. Aradan birkaç gün geçiyor ve telefonunuzda bir mesaj… Dınnnn “Falan Filan Fiştan Mağazası’nda size özel son indirimler…” Bu biiiir…

Tiyatroya gideceksiniz, rezervasyon yaptırmak için telefon ediyorsunuz. Telefondaki kişi gayet nazik bir şekilde “Hanımefendi telefon numaranızı alalım, oyunun iptali söz konusu olursa haber veririz” diyor. Aradan iki gün geçmeden telefonunuzda bir mesaj… Dınnn “Falan Filan Fiştan Tiyatrosu’nda son biletler sizin için…” Bu ikiiiiiiiiiiii…

Emlakçıya gidiyorsunuz. “Hanımefendi telefon numaranızı alalım yeni bir ev çıkarsa haber veririz” diyor. Aradan üç gün geçmiş geçmemiş, telefonunuzda bir mesaj… Dınnnn “Falan Filan Fiştan Evleri’nde son beş daire”… Bu üçççççççç…

Hiçbir şekilde müşterisi ya da muhatabı olmadığınız yerlerden gelen mesajlar da yok değil tabii... Numaramı nereden bulmuşlar diye merak etmeyin sakın! Onlar da sevgili GSM operatörünüzün size hediyesi… Bu döööört…

Bize daha iyi hizmet vermek için saat mefhumu olmadan 7/24 inatla arayanları da atlamak olmaz şimdi. Verdikleri hizmet gerçekten takdire şayan… Bir alkış da onlar için alalım lütfen!!! Hadi onlar da beeeeeş olsun…

Saymakla biter mi? Bence bitmez… Telefon numaralarımız ortaya dökülmüş. “Numaranıza mesaj gönderebilir miyiz?” diye soran yok. Hak onlarda, biz kimiz ki! Dınnn “son indirimler…”  zırrrr “size daha iyi hizmet vermek için…” Lütfen bana daha iyi hizmet vermeyin… Hatta mümkünse hizmet vermeyin!

Hayatlarımıza elleniyor. Her şekilde taciz ediliyoruz ve ne yazık ki yapacak hiçbir şeyimiz yok… Çünkü sahipsiziz!